23 Eylül 2007 Pazar

çiroke kurdi ya tırki

Azab


Hangi suçun faili olduğunu bilmeden, bütün bedenini yakan bir suçluluk duygusuyla günlerdir dolaşıyordu.Bir arayış içinde olduğu kesindi. Ne aradığı ise meçhul !.
.bir cinayet işlemiş yada bir cinayetin tanığı olmuş gibiydi, bir cinayet işleyenin katil binlerce cinayete katılmışların kahraman ilan edildiği bir coğrafyada. Bir cinayete tanıklık etmesinin yada bir cinayet işlemiş olmasının ise bir önemi de yoktu artık. Derdi kahraman olmak değildi. Katil olup olmadığını ise bilmiyordu.
Yolculuk ne zaman başlamıştı? Hangi bilinmezliği bilme arzusu kendisini, dağları karla kaplı, yolları tipiyle kapatılmış bir yerden alıp savurmuştu, şimdilerde, dağları çiçeklerle kaplanmış, bir zamanlar yolları mayınlarla döşenmiş bir başka yere? Bilmiyordu.Dağlar, bu coğrafya kızlarının üzerindeki binbir renge bezenmiş pazen kumaşı kadar renkliydi ve ilk işine çıkan düşürülmüş bir genç kızın ilk dansözlük denemesi gibi ürkek ve acemi çırpınışlarla bulutları aralamaya çalışıyordu güneş bu mevsimde, bu yerde.
Ne kadar sürecekti yolculuk? Bir durağı var mıydı şu ana kadarki yolculukların yada bundan sonra bir durağı olacak mıydı? Bilmiyordu. Şu an durak olup olmadığını bilmediği ama her nedense durduğu yerde, zoraki bir duyarsızlık yerleştirilmişti bir adamın yüzüne, okuduğu akşam haberlerini objektif bir biçimde verme arzusuyla karışmış. Bir başka kanalda ise bir kadının zorla anaçlaştırılmış ve duyarlı kılınmaya çalışılmış bir yüz ifadesi, benzer haberleri yayıyordu geniş kitlelere. Bu yerdeki kitlenin ise, spikerlerin ne yüz ifadelerinden ne de verdikleri haberlerden haberleri vardı şu anda. İşini ciddi yapmak için kendileri olmayan binbir kılığa büründürülmüş spikerlerin kendini beğendirme çabalarına inat, onlar kendi dünyalarına gömülüydü. Dış dünyaya ilgisiz kalarak binlerce yıl ilgisiz bırakılmışlığın öçlerini almak ister gibi bir haldeydiler.
Yeniyetme. çocukla genç arasında. bir ayağı Cennet'te diğeri Cehennem'de duran. iki dere arasına sıkışmış. sanki Araf'ta bırakılmış gençler bir yanında duruyordu, adı kültür merkezi olan, odalarının kapısına bilgisayar, kütüphane, folklor vs. odası yazılmış yerin. Kendi aralarında "bakın biz politika konuşacak kadar büyüdük" ya da "politika konuşmaktan korkmayacak kadar cesuruz" der gibiydiler, ellerinde bira şişelerini tokuşturarak bu kültür merkezi olarak inşa edilen ve şimdilerde sadece içip dertleşmeye yarayan mekanda. Bir başka bölümünde bu mekanın, yeniyetme zamanlarında politika yaptıkları muhakkak olan, ama şimdilerde çoluk çocuğa karışmış ortayaş insanlar, bazen kahkahalar atarak bazen hüzünlenerek oturuyor ve kadeh kaldırıyorlardı, belleri narin bir kadının incecik beline dönüşmüş kadehleri ile, çoğu kez yaralı bir maral iniltisine dönüşen daha düne kadar yasaklı Kürt ezgileri eşliğinde.
Ne kadar kalmıştı o mekanda ve neler düşünmüştü bilmiyordu. Güldüğü anlar olmuştu. Katıla katıla, neşe içinde değil. Sinirli bir biçimde bazen, bazense öfkeden kaskatı kesilerek güldüğü; ister sinir bozucu bir sinirlilikle, ister yıkıcı bir öfke yumağına bürünmüş olarak gülmüş olsun, her gülüşünde dudaklarını kanatırcasına kemirerek güldüğü anlar. Kaskatı bir kin güllesine dönüştüğü, en ağır küfürleri savurarak kavga etmek istediği, bir bomba olup orada, oracıkta patlamak ve her şeyi yıkarak yüreğinde kendini yakan duygularla yanmak istediği anlar da olmuştu. İçtiği için değil, kendindeki bir yangını söndürmek üzere kendine serptiği tüm söndürücülerin yangını daha fazla büyütmek dışında bir işe yaramadığını her geçen gün daha fazla gördüğü için.
Bir kez suça bulaşmış, bir kez bir cinayet işlemiş yada cinayete tanıklık etmişti. Artık gittiği her yerde kendisi bir suç işlemese bile, işlenmiş olan ve bilinmeyen, işlenecek olan ve hissedilmeyen suçlara tanıklık etmenin suçlusuydu o. Her tanıklıkla yeni bir suçluluk duygusuna boğuluyor, boğucu suçluluktan kurtulmak için yaptığı her şey sadece suçluluk duygusunu ağırlaştırıyor, ağırlaşan her suçluluk duygusundan kurtulmak için her yollara düştüğünde yeni bir suçun tanık-faili oluyordu.
Bu akşamda yeni suçların tanığı olmuştu, bir genç kızın ince belini andıran kadehlerini her seferinde birbirlerine doğru kaldıran eski yeniyetmelerin ve bira şişelerini tokuşturarak politika konuşan yeni yeniyetmelerin her davranışı bir işlenmiş ama binmeyen suçun ve işlenecek olan ve hissedilmeyen bir başka suçun habercisiydiler. Bir Yezidi'nin yüzünü arınmak üzere güneşe dönmesi kadar vecd içinde olan ve onlardan farklı olarak yüzlerini işlenecek olan yada işledikleri suçlara sürekli yeniden dönen ve suç işlediklerini bile bilmeden suç işlemeye her an devam eden bu denli fazla insan başka bir coğrafyada var mıdır diye düşünmeye başladığında, bulunduğu mekanı çoktan terk etmişti. Soğuktan korunmak için iğreti bir biçimde sırtına bir aba geçirmiş ve arınmak üzere bir manastıra çekilen bir çileci misali, yeni tanık-faili olduğu işlenmiş olan ve bilinmeyen ve işlenilecek olan ve hissedilmeyen bütün suçların tüm suçluluğunu vurup sırtına, düşmüştü yola.
Dindarlar nasıl arınırdı günahlarından binyıllardır? Bilmiyordu. Bir dini yoktu yada bilinen hiçbir dine mensup değildi. Kendinden kaçmak üzere bir peygamber bulmalı ve sığınmalı mıydı? Yoksa bütün insanlığın suçunun bedelini, kendi bedenini, ruhunu. ne bileyim en küçük hücresine varana dek kendine ait ne varsa hepsini yok ederek ödemek üzere bir peygamber mi olmalıydı? Bilmiyordu. Kent sokaklarından yavaş adımlarla yürüdü. Kendi bedenini taşıyamayacak kadar güçsüzdü ayakları, yada ayakları tarafından taşınamayacak kadar ağırlaşmıştı bedeni. Gecenin karanlığında, bu yerde, ilk kez şimdiki zamanlarda peydahlanan ve bir zebani misali verilen her cehennem emrine sadık kalacakları şimdiden belli olan sokak çocuklarının, ne türden suçlara yelken açacaklarını bile bilmeden bazen fısıltı halinde bazen ağır küfürler eşliğinde konuşmalarına her tanıklık edişinde yeni suçluluk duygularıyla daha bir yandı. Yandıkça, kendini yaktığını düşündüğü tanık-faillikten kurtulma isteğine uyarak uzaklaştı. Uzaklaşma isteği bin yıllık bir mahpusun dış dünya arzusuna dönüştüğünde, birkaç sokak köpeğinin derinden havlamaları ve birkaç olgün sokak lambasının sönmüş yıldızlar kadar solgun ışıklarını görebildiği bir mekanda buldu kendini.
Aklında nereden kaldığını bilmediği bir sese kulak vererek gelmiş olmalıydı buraya. Delilik sınırlarında her dolaştığında ve aklını kaybetmemek için doğadan her yardım dilendiğinde, tüm gövdesi kadın memesine dönüşmüş bu coğrafyanın Kibele'sine; doğa anaya dönmek, doğa ananın en bereketli memesinden beslenmek üzere, kenti iki ayrı noktadan keserek birleşen nehrin küçük kolunun yakasında buluverdi kendini. Bir çığlık mıydı sudan yükselen ses, bir ağıt yada umutsuz bir sevda türküsü mü?. Belki bir gerilla marşıydı dağ başlarında mırıldanılan. Belki hepsi birdendi. Yada belki hiçbiri. Şimdi neye benzediğini bilmese bile bir sesti sudan dolun ayla aydınlanmış gecenin derinliklerine yükselen. Sesi tanımaya çalıştı. Giderek netleşti suyun sesi. Ses alıcı bir kuşun bir serçeyi tam avlamak üzereyken çıkardığı ürkütücü bir sese dönüştüğünde yeniden bir karabasanın ortasına çekildiğini anladı.
Bir serçe kadar çaresiz olmak ve alıcı kuşun ürkünç sesine kulaklarını tıkayıp kendini alıcı bir kuşa dönüşmüş olan bu nehre teslim etmekle, yaşama yanı ağır basan bir ceylanın, aslanın dişleri henüz gırtlağına çökmeden önceki tüm kurtulma ümidini sonuna kadar zorlayan canhıraş çırpınışları ile uzaklaşmak ve sıçrayıp oradan kaçmak isteği arasında gidip geldi bir süre. Ne kadar sürdü bu teslim olmakla sıçrayıp kaçmak arasında gidip gelme hali. Bilmiyordu. Kendini her an paçasından bir cinin yada bir kötülük perisinin yakalayacağına ilişkin çocuk korkularıyla nefes nefese kalan bir ecinli gibi bulduğunda, nehirden epey uzaklaşmış olduğunu anladı. Sanki hayatta olduğunu kanıtlamak üzere "uzaktayım" diye yarı inlemeli bir ses gırtlağını yararak fışkırdığında kendi sesinden ürktü bir an: Sesini ve sesinin derinliklerine gizlenmiş yok olma korkusunu sezdi. Sonra yeni bir sezgiyle irkildi: Sahi yok olmak mıydı, yoksa hala var olduğunu bilmek miydi korkusu? Hala var olduğunun bilincinde olmak, bir gün yok olacağının kaygısını da tekrar tekrar taşımak demek değil miydi sahiden? Bir gün, hatta belki bir an bile daha fazla var olmak, bir suçun daha tanığı, bir suçun daha faili yada tüm suçların tanık-faili olmaktan başka ne anlama gelebilirdi?...
Dönüp nehre baktı. Şimdi sesi daha netti nehrin ve sadece bir uğultuydu. Dipsiz bir kuyuya dökülen ve sonsuza kadar süreceği kesin olan bir uğultu; tıpkı kendi içindeki suçluluğun sonsuzluğu gibi bir uğultu. "Az tanıklık etmedi bu nehirde suça" diye düşündü. Kendi tanıklıklarından çok daha fazla tanıklığı olmuştu suçlara bu nehrin. O yüzden uğulduyor ve sonsuza kadar uğuldayacak olmanın sıkkınlığını yaşıyordu. Az mı tanıklık etmişti suçlara. Az mı görmüştü kurtların kuzuları parçalayışını? Yada kendini yırtıcılardan kurtarmak için az canlı mı kendi yarı canlı bedenlerini teslim etmişti kendisine? Yarı canlı bedenleri alıp parçalayarak az mı sürümüş, sonra taşıyamaz hale geldiğinde az mı bir kıyıya teslim etmişti tanınamaz olmuş bedenleri. Üstelik o sadece suçların tanığı da değildi. Bir faildi de. İç çatışmalar döneminde günlerce kan aktığı anlatılıyordu kulaktan kulağa ve dededen toruna fısıltılarla. Kana doymamıştı bu nehir, tıpkı birilerinin kan dökmeye doyamadığı gibi. Şimdi bile bir suçun işlenmesine tanıklık etmek üzere değil miydi? Bir alıcı kuş gibi az önce çökmek istememiş miydi adamın boğazına? Yada şu anda. Ay bir bütün halinde her nehre düşmeye çalıştığında, ayı parçalayıp, görüntüsünü kendi öfkeli akışına uygun düşecek şekle dönüştürürken suç işlemiyor muydu hala?
Nehre öfke duydu. Bu kadar suça tanıklık ve ortaklık etmiş olmasına rağmen hiçbir şey yokmuş gibi kendi akışına kendine bırakmış olmasını kıskandı. Nehri yeni bir suçun ortağı etmek, kendi suçluluğunun azabından kurtulmak için kendini nehre kurban vererek ona yeniden bir katil olduğunu hatırlatmak üzere nehre yeniden dönmek ve alıcı kuşun yeniden avı olmak istedi. Nehrin bedenini parçalayacağı fikrine bağlandı düşünceleri. Korktu. Alıcı kuşa teslim olma arzusunun önüne geçti. "Bir dahaki sefere" diyerek uzaklaştı nehirden ve nehir tarafından iki ayrı koldan kesilen bu kentten.
Gittiği yere kendisini götürdüğü sürece bir alıcı kuştan kaçıp bir başka alıcı kuşa yakalanma riskini de hep yanında götürdüğünü çok geçmeden anladı. Bir başka kentin binyıllar öncesinden kalan bir kalesinde dolaştı bir süre. Kendi bedenini, kaleyi savunurken düşman oklara bedenleri gelen antik savaşçıların bedenleriyle özleştirdi. Savunma sırasında uçları yakılmış oklara gelmiş bedenler gibi sarsıldı, yığıldı, inledi. Düşman eline düştü, işkence gördü. Kendini, kendi zulmünden korumak için kendisinden af dilendi. Sonunda tarihin yeniden gözlerinin önünde yarattığı suça ve suçluluğa dayanamadı. Kaçtı kaleden. Bir kiliseye sığındı, baktığı her mozalede İsa'yla gözgöze geldi. İsa'yla özleşti çarmıha gerilmişliğin düşlerine yenildi. Kaçtı.
Soyulmuş ve tuzlanmış bedenini Mansur'la bir olup manda derisine gömdü ve kızgın Mezopotamya güneşinin anlına serdi kendini. Kawa'yla bir oldu Dehhak'a karşı savaştı. Çobanlarla aşk üzerine söyleşti. Mayınlı sınırlarda her dolaştığında bir mayına basıp parçalanma düşleri kurdu. tüm mayınların kendi bedeninde bir daha bir başka bedeni yok etmemek üzere patlamasını, bin parçaya ayrılıp bütün bir bölgeye kanlarının irinlerinin savrulmasını diledi. Olmadı. Yandı. Antik bir kentin yasaklı kalesine yasadışı çıktı. Zümrüt yeşiline bürülü sınırsız ovayı, Zümrüdü Anka kuşu olup dolaşmak istedi. Eli silahlı bir adamın "Dur" sesiyle irkildi. Var olduğunu bu kez bir başkasının sesinden anladı ve daha bir yandı.
Bir yezidiyle Melekê Tavus'a secde etti. Bir Dengbej'in anlamadığı dilinden türküler dinledi. Bir başka nehrin kıyılarını dolaştı günlerce, her kıyıya gidişinde geri dönmemek üzere yeminler ederek. Olmadı, geri döndü. geri döndükçe ve var oldukça, kendini her gördüğü şey yüzünden yeniden suça buladı ve yandı, yandı.
Bir akşam Dicle'nin kıyısında tüm suçlardan arınmak için, Maya'lardan, İnka'lardan, Sümer'lerden, Zerdüşt'ün bütün halklarından. ne kadar dinsel ritüel kalmışsa aklında hepsini birbirine katarak bir ayine karar verdi. Bir dine mi girmişti, dinler üstü bir törene mi bağlanmıştı o gece? Bilmiyordu. Bir kurban vermek istedi: Tüm zamanların bütün cinayetlerinde akan kanların karışımı ve toplamı olarak gördüğü -şu anda su değil- kan akan nehrin, kanını güçlendirerek tüm suçlardan arınmak ve insanoğlunu tüm suçlarından arındırmak üzere kendini kurban etmeye karar verdi.
Önce, tüm zamanların bütün cinayetlerinin kanlarını taşıyan nehre daldırdı ellerini. Zamanında kendileri için savaşmış mürşidinin kıymetini bilmeyen, bu kadir bilmezlik yüzünden binlerce yıl azabda kalan, bu yüzden binlerce yılın azabını kendi bedenini yok ederek yok etmek isteyen, sürekli kan dökerek tapınan ve kan dökerek arınmaya çalışan bir mürit gibiydi. Her tapınmada yüzüne bulaştırdığı kurban kanı yeni kan dökme törenlerine taşıyordu onu. Dicle'nin tüm tarihteki bütün cinayetlerinin kanından oluşan akıntısında ellerine bulaşan kanları yüzüne sürdü. Arınamadı. Yandı. Tekrar ellerini daldırdı, avuçlarının içinde irinli kana dönüşen ıslaklığı dudaklarına sürdü. Gırtlağından akıttı. İçindeki yangını söndüremedi, daha fazla susadı. Daha bir yandı.
Ne kadar sürdü bu durum? Bilemedi. Bu kan dökme törenlerinden her zamanki gibi yorgun düştü. Yorgunluğunu hissetti, var olduğunu anladı. Yeniden yandı. Son bir kan akıtmayı ve tarihin kendi omuzlarına yüklediği bütün bu azabdan kurtulmayı daha derinden arzuladı. Adımlarını nehre doğru sürmek, kurtların kovaladığı kısrak bir at kadar hırcın bir dalışla kendini nehrin kana dönmüş sularına bırakmak, ciğerlerine dolan suyun parçaladığı tüm iç organlarından sızan kanların nehre karışmasını sağlayarak, kana kan katmak. belki kanı kanla yıkamak istedi. Yapamadı. Yandı. Yandı..
Sonra, Ay ışığını parçalayacak kadar hırçın akmayan; dünyanın bütün suçlarından arındırılmak üzere kurban edilmişlerin kanları ile doymuş ve bir süreliğine uyumaya dalmış; arkaik bir kan dökme Tanrı'sı gibi o kadar kanı içtikten sonra sakinleşmiş olan bu nehrin kıyısında, yanıbaşına sokulan ve sevilmeyi arzulayan bir kadının sesine kulak verdi. Kadına döndü. Ay kadının saçlarının arkasında ılık bir rüzgarı ve kadının ılık rüzgarda dalgalanan saçlarını aralayarak kendini gösterip, işlenmek üzere olan bir suçun tanıklığına hazırlarken kendini, aydan gözlerini kaçırdı. Ayın kadının saçlarının arasında görünen ve suça tanıklık etmeye çalışan ışığını değil, sudaki oynak bir dansöz gibi cilveyle kıpırdayan yansımasını seyretti bir süre, bu gece gerçeğe değil, yeniden yansıya tutunduğunu kanıtlamak istercesine kendine.
Gözleri ay ışığının yansımalarına değdiğinde, yandı. Kadının gözlerine ara ara her baktığında, suçlandı. Daha bir yandı. Şimdi, "gidersen gelirim" diyecek kadar kararlı, "gelirsem ölürüm" diyecek kadar kaygılı bir çift gözle baş başaydı. Ilık rüzgar kasırgaya dönüşüp, kadının "gidersen gelirim" diyecek kadar kararlı, "gelirsem ölürüm" diyecek kadar kaygılı gözlerinden işledi yüreğine. Ay, gökten zamanından önce yörüngesinden çıkmış bir göktaşı gibi hırçın bir biçimde süzüldü yere. Gelip kondu, bu sevgiden bir artık kalacağını uman bir akbaba gibi kadının daha önce sevişip sevişmediği belli olmayan, sevişmeye susamış bedenine.
Kadın akbabayı da taşıyarak bedeninde, gelip durdu adamın karşına. Gözleri bağlanmış kurban edilmeyi bekleyen İsmail gibi kapalı gözleriyle sokuldu adama. El yordamıyla dokundu, sarıldılar bir süre.
Nehre kendini bırakamadı adam. Tüm suçluluk duygularından kurtulmak üzere, bir başka törene bıraktı kendini o gece. Kadının ellerini avuçları arasına aldı. Kokladı yandı. Ellerini bırakıp nehre baktı daha bir yandı.
Bir kadının yüreğine sığınma ve bir kadını yüreğine sığdırma avuntusuna bıraktı kendini o gece. O gece, dünyanın en ağır suçlarından birine, ayı tanık bırakarak geride, sadece tanıklık değil, ortaklık etti. O gece, belki avuntu bir aşka tutundu, belki ölümünü kolaylaştıracak bir suç daha işledi bilerek. Bir başka avuntu aşkın suçlamasını, tüm zamanların aşk suçlarının suçlusu olduğuyla birleştirip, derinliklerine gömerek .

Hiç yorum yok: